Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’na katılımı, yalnızca askerî bir karar değil; aynı zamanda siyasi çıkarlar, zorunluluklar, iç ve dış baskılarla şekillenen çok katmanlı bir sürecin sonucudur. 20. yüzyıl başında büyük ölçüde eski gücünü yitirmiş olan Osmanlı, bir yandan varlığını sürdürmeye çalışıyor, diğer yandan yeni dünya düzeninde yer arıyordu. Bu karmaşık ortam, Osmanlı’nın savaşın içine adım adım sürüklenmesine neden oldu.
yüzyılın başlarında Osmanlı Devleti, artık bir imparatorluktan çok bir hayatta kalma mücadelesi veren devlet görünümündeydi. İçeride çözülmeler, dışarıda baskılarla yüzleşen Osmanlı, yüzyıllardır süren büyüme ve denge arayışının sonuna gelmişti. Siyasi, askerî, ekonomik ve sosyal açıdan yorgun düşen bu imparatorluk, Birinci Dünya Savaşı öncesi küresel denklemin dışında kalmakla kalmamış, aynı zamanda her an paylaşılmaya hazır bir “hasta adam” olarak görülmeye başlanmıştı.
Bu zayıf yapı, Osmanlı’yı büyük güçlere bağımlı hâle getirmiş; özellikle Almanya, İngiltere ve Fransa arasındaki rekabetin etkisiyle yönünü tayin etmeye çalışır hâle getirmişti.
Osmanlı, 1911’de Trablusgarp Savaşı ile İtalya’ya karşı, 1912–13’te ise Birinci ve İkinci Balkan Savaşları ile Balkan devletlerine karşı ağır askerî ve toprak kayıpları yaşamıştır.
Bu savaşlar, hem askerî kapasitenin zayıflamasına hem de Osmanlı’nın dış politikada yalnız kaldığını fark etmesine neden oldu.
1913 Babıâli Baskını ile iktidarı fiilen ele geçiren İttihat ve Terakki Cemiyeti, Osmanlı’nın yeniden toparlanması ve büyük güçler arasında denge kurarak devletin bekasının sağlanması hedefini benimsedi. Enver Paşa, Cemal Paşa ve Talat Paşa’dan oluşan lider kadro, Almanya ile yakın ilişkiler geliştirmeye başladı.
Bu siyasi vizyon, ilerleyen süreçte Osmanlı’yı Almanya'nın yanında savaşa sürükleyecek ittifak anlaşmalarının zeminini hazırladı.
Birinci Dünya Savaşı'nın 28 Temmuz 1914’te başlamasıyla birlikte Osmanlı Devleti, derhâl bir tarafsızlık bildirisi yayımlamış ve savaşın dışında kalma yönünde resmî tutum sergilemiştir. Ancak bu tarafsızlık, görünüşte bir denge politikasıyken, perde arkasında yoğun diplomatik temaslar, iç siyasi hesaplar ve askerî hazırlıklarla şekillenmekteydi. Osmanlı’nın savaşa girip girmeyeceği, dünya kamuoyunda büyük merak konusu hâline gelmişti.
Osmanlı Devleti, savaşın başlarında hem yorgun hem de kırılgan bir konumdaydı. Son Balkan yenilgilerinden sonra toparlanmaya çalışan ordu, mali açıdan dışa bağımlı ekonomi ve hâlen çalkantılı iç siyaset, savaşa hazır olmayan bir devlet profili ortaya koyuyordu.
Bu nedenle hükümet, 2 Ağustos 1914’te resmî olarak tarafsızlığını ilan etti. Amaç, savaşa doğrudan katılmadan büyük güçlerin birbirini yıpratmasını beklemek ve uygun bir anda diplomatik kazanç elde etmekti.
Bu dönemde:
Ancak bu tarafsızlık, pasif bir duruş değil; aslında aktif ve hesaplı bir zaman kazanma politikasıydı.
Tarafsızlık ilanından itibaren Osmanlı hükümeti, hem İtilaf Devletleri (İngiltere, Fransa, Rusya) hem de İttifak Devletleri (Almanya, Avusturya-Macaristan) ile yoğun diplomatik temaslar yürüttü.
Diplomatik düzeyde yapılan temaslar, Osmanlı’nın tarafsızlığını sürdüremeyeceği bir iklimin hızla oluştuğunu gösteriyordu.
Osmanlı yöneticileri, özellikle Enver Paşa başta olmak üzere İttihat ve Terakki ileri gelenleri, tarafsız kalmanın uzun vadede Osmanlı’yı daha da zayıflatacağı görüşündeydi. Bu nedenle yönlerini belirlemek zorundaydılar.
Sonuç olarak Osmanlı, resmî tarafsızlık pozisyonunu korusa da Almanya ile askeri, siyasi ve stratejik anlamda adım adım ittifak hâline gelmişti. Bu süreç, birkaç ay sonra fiilî savaş girişiyle sonuçlanacaktı.
Osmanlı Devleti, savaşın patlak vermesinden hemen sonra tarafsızlığını ilan etmiş gibi görünse de, aslında perde arkasında Almanya ile gizli bir diplomatik ve askerî yakınlaşma süreci yürütmekteydi. Bu süreç, hem iç siyasetin yönlendirmeleri hem de uluslararası konjonktürün etkisiyle şekillendi. Sonuç olarak 2 Ağustos 1914’te imzalanan gizli antlaşma, Osmanlı’nın savaşın içine adım adım çekilmesinin zeminini oluşturdu.
2 Ağustos 1914 tarihinde, Osmanlı Devleti ile Almanya arasında gizli bir askerî ittifak antlaşması imzalandı. Bu antlaşma, Osmanlı’nın kamuoyuna duyurduğu tarafsızlık politikasına rağmen, fiilen bir tarafa geçtiğini gösteren kritik bir adımdı.
Antlaşmanın temel maddeleri şunlardı:
Bu gizli anlaşma, Osmanlı’nın dış politikasında geri dönülemez bir yola girdiğinin göstergesiydi.
Almanya, savaşın genişleyeceğini ve cephe sayısının artacağını öngörerek Osmanlı’yı jeopolitik nedenlerle kendi safında savaşa çekmek istemekteydi.
Almanya’nın stratejik çıkarları şunlardı:
Bu nedenlerle Almanya, Osmanlı’nın savaşa girmesini diplomatik değil, stratejik bir zorunluluk olarak görüyordu.
Osmanlı Devleti’nin Almanya’ya yönelmesinde hem içsel hem de dışsal nedenler etkilidir. Bu karar, tamamen gönüllü bir tercih değil, mevcut şartlar içinde bir “zorunlu ittifak” olarak da değerlendirilebilir.
Başlıca nedenler şunlardır:
Bu faktörlerin birleşimi, Osmanlı’yı savaşın daha başında fiilen Almanya'nın müttefiki hâline getirdi. Resmî savaş ilanı için yalnızca uygun bir fırsat ve gerekçe bekleniyordu.
Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’na fiilen dâhil olmasına giden yolda en kritik dönüm noktalarından biri, Goeben ve Breslau adlı Alman savaş gemilerinin Osmanlı topraklarına sığınması olayıdır. Bu gelişme, yalnızca bir denizcilik krizi değil; uluslararası dengeleri sarsan ve Osmanlı’nın tarafsızlık politikasını fiilen sona erdiren bir siyasi hamle olarak tarihe geçmiştir. Sonrasında gelen kararlar, Osmanlı’yı savaşın içine sürükleyecek zincirleme süreci başlatmıştır.
4 Ağustos 1914’te, İngiltere Almanya’ya savaş ilan ettikten hemen sonra, Akdeniz’de görevde olan iki Alman savaş gemisi – Goeben (battleship) ve Breslau (hafif kruvazör) – İngiliz donanmasının takibinden kaçarak 10 Ağustos 1914’te Çanakkale Boğazı’na ulaştı.
Bu olay, Osmanlı’nın tarafsızlık görüntüsünü derinden sarsmış ve İtilaf Devletleri ile ilişkileri gerginleştirmiştir.
Krizi “yumuşatmak” için Osmanlı hükümeti, gemilerin Almanya’dan satın alındığını duyurdu. Böylece her iki savaş gemisi de Osmanlı donanmasına resmî olarak katıldı:
Bu hamle, hukuken Osmanlı’nın savaş dışı kalmasını sağlıyor gibi görünse de, fiilen Alman subayları komutayı sürdürmeye devam etti. Gemilerdeki mürettebat üniforma değiştirerek Osmanlı rütbeleri taktı, ancak savaş emirlerini yine Almanya’dan alıyordu.
General Wilhelm Souchon, Osmanlı donanmasının başkomutanı olarak atanarak Osmanlı-Alman askerî entegrasyonu daha da güçlendirildi.
Goeben ve Breslau krizinin ardından Osmanlı ile İngiltere arasındaki ilişkiler geri dönülmez biçimde gerildi:
Artık hem İngiltere ile güven krizi, hem de fiilî askeri yakınlaşma nedeniyle Osmanlı’nın savaşa girmemesi neredeyse imkânsız hâle gelmişti. Birkaç hafta içinde Karadeniz’de yaşanacak baskınla birlikte Osmanlı Devleti savaşa resmen dahil olacaktı.
29 Ekim 1914 sabahı, Osmanlı donanmasına katılan Alman gemileri Yavuz (eski Goeben) ve Midilli (eski Breslau), Karadeniz’e açılarak Rus limanlarına sürpriz bir saldırı düzenledi. Odessa, Sivastopol ve Novorossiysk limanları bombardımana tutuldu. Bu baskın, Osmanlı'nın savaşta ilk fiilî askeri eylemi olarak kabul edilir.
Bu saldırı, Osmanlı hükümeti tarafından “donanmanın kendi inisiyatifiyle yaptığı bir operasyon” olarak yansıtılmaya çalışılsa da, eylemin siyasi sorumluluğu İttihat ve Terakki hükümetine aitti. Artık geri dönüş yoktu: Osmanlı, savaşa girmişti.
Karadeniz Baskını’ndan kısa süre sonra:
Özellikle İngiltere, bu adımıyla daha önce Osmanlı’ya tanıdığı tarafsızlık şansını tamamen ortadan kaldırdı. Diplomatik temaslar kesildi, Boğazlar kapatıldı.
Tüm bu gelişmelerin ardından Osmanlı hükümeti, 11 Kasım 1914’te resmen savaş ilan etti. Bu karar, Meclis-i Mebusan tarafından da onaylandı. Aynı gün, Halife Sultan Mehmed Reşad adına Cihad-ı Mukaddes (Kutsal Savaş) ilan edildi.
Böylece Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşı'na İttifak Devletleri (Almanya ve Avusturya-Macaristan) yanında katılmış oldu. Ancak savaşın nedeni yalnızca diplomatik krizler değildi. Bu kararın ardında derin siyasi, askerî ve ideolojik hesaplar vardı.
Osmanlı Devleti, 19. yüzyıl boyunca ciddi toprak kayıpları yaşamıştı. Balkanlar, Kuzey Afrika ve Kafkasya’daki bu kayıplar, yöneticilerde derin bir “revizyonist” duygu yaratmıştı. Özellikle Enver Paşa ve İttihatçı kadro, savaşı bir fırsat olarak görüyordu:
Bu “toprakları geri alma umudu”, savaşa girmenin en güçlü psikolojik motivasyonlarından biriydi.
Savaşın başlarında Almanya’nın hızlı ilerleyişi, özellikle Belçika ve Fransa'daki başarıları, Osmanlı karar vericilerinde Almanya'nın bu savaşı kazanacağına dair güçlü bir inanç doğurmuştu.
Bu güven, Osmanlı’nın tarafını belirlemesinde belirleyici bir etken oldu.
İttihat ve Terakki Cemiyeti, 1913’teki Babıâli Baskını’yla iktidarı tamamen ele geçirmişti. Cemiyet, savaşı hem dış politikanın bir aracı olarak hem de iç siyasette meşruiyet sağlamak, muhalefeti bastırmak ve rejimi pekiştirmek için kullanmak istiyordu.
Osmanlı Padişahı Sultan Mehmed Reşad, aynı zamanda İslam dünyasının halifesiydi. Bu makam, özellikle Almanya açısından İngiltere ve Fransa’nın sömürgelerindeki Müslüman halkları isyana teşvik etmek için önemli bir propaganda aracına dönüştürüldü.
Her ne kadar bu çağrı sınırlı sonuçlar doğursa da, halifelik makamının siyasî bir araç olarak kullanılması, savaşın ideolojik boyutunu gözler önüne serer.
Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’na katılması, yalnızca o dönemin siyasi aktörlerinin aldığı taktiksel bir karar değil, aynı zamanda imparatorluğun kaderini belirleyen tarihsel bir dönemeç olmuştur. İttihat ve Terakki yönetimi, savaşın imparatorluğu yeniden canlandırmak için bir fırsat olduğuna inanarak Almanya’nın yanında yer almış, ancak bu karar çok cepheli, yıpratıcı ve yıkıcı bir savaşın başlangıcı olmuştur.
Osmanlı Devleti, savaşa girdikten sonra farklı coğrafyalarda aynı anda birçok cephede savaşmak zorunda kaldı. Bu durum, zayıf olan insan gücü, lojistik kapasite ve ekonomik kaynakları hızla tüketti:
Bu cephelerin her biri, Osmanlı için ayrı ayrı askerî, ekonomik ve sosyal yıpranma alanları hâline geldi.
Birinci Dünya Savaşı sonunda, Osmanlı Devleti askeri ve siyasi olarak tükenmiş durumdaydı. 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi, Osmanlı’nın fiilen teslim oluşunu ve kontrolünün dış güçlerin eline geçişini resmileştirdi.
Savaş, sadece bir yenilgiyle değil, 600 yıllık bir imparatorluğun resmen sona ermesiyle sonuçlandı. Yerine kurulacak olan Türkiye Cumhuriyeti ise bu enkazın üzerine inşa edilecekti.
Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşı’na girişi, tarihin en tartışmalı kararlarından biri olarak değerlendirilmektedir. Bugün tarihçiler ve strateji uzmanları açısından bu süreçten çıkarılabilecek pek çok ders bulunmaktadır:
Osmanlı’nın savaşa girişi, yalnızca bir tarihi olay değil; stratejik düşüncenin, diplomatik denge politikasının ve yönetim sorumluluğunun gelecek nesillere aktarılması gereken bir tecrübesidir.