KAYIT    İLETİŞİM

Osmanlı Devleti Birinci Dünya Savaşı'na Nasıl Girdi?


Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’na katılımı, yalnızca askerî bir karar değil; aynı zamanda siyasi çıkarlar, zorunluluklar, iç ve dış baskılarla şekillenen çok katmanlı bir sürecin sonucudur. 20. yüzyıl başında büyük ölçüde eski gücünü yitirmiş olan Osmanlı, bir yandan varlığını sürdürmeye çalışıyor, diğer yandan yeni dünya düzeninde yer arıyordu. Bu karmaşık ortam, Osmanlı’nın savaşın içine adım adım sürüklenmesine neden oldu.

Savaş Öncesi Osmanlı’nın Durumu

yüzyılın başlarında Osmanlı Devleti, artık bir imparatorluktan çok bir hayatta kalma mücadelesi veren devlet görünümündeydi. İçeride çözülmeler, dışarıda baskılarla yüzleşen Osmanlı, yüzyıllardır süren büyüme ve denge arayışının sonuna gelmişti. Siyasi, askerî, ekonomik ve sosyal açıdan yorgun düşen bu imparatorluk, Birinci Dünya Savaşı öncesi küresel denklemin dışında kalmakla kalmamış, aynı zamanda her an paylaşılmaya hazır bir “hasta adam” olarak görülmeye başlanmıştı.

Osmanlı Devleti'nin 20. Yüzyıl Başındaki Siyasi ve Ekonomik Tablosu

20.yüzyıl başlarında Osmanlı Devleti, “Hasta Adam” olarak tanımlanıyor; Avrupa devletleri tarafından bölüşülmeye açık, zayıf bir imparatorluk olarak görülüyordu. Ekonomik bağımlılık, dış borçların artışı, imparatorluk genelinde azalan merkezi otorite ve artan milliyetçi isyanlar, devleti içten içe zayıflatmıştı.

  • Devlet bütçesi büyük ölçüde Düyun-u Umumiye (Genel Borçlar İdaresi) kontrolündeydi.
  • Demiryolları ve liman gibi altyapı yatırımları yabancı sermaye eliyle yürütülüyordu.
  • Yönetimsel açıdan merkeziyetçilik istense de, çok uluslu yapıdan dolayı kontrol zorlaşmıştı.

Bu zayıf yapı, Osmanlı’yı büyük güçlere bağımlı hâle getirmiş; özellikle Almanya, İngiltere ve Fransa arasındaki rekabetin etkisiyle yönünü tayin etmeye çalışır hâle getirmişti.

Son Savaşlar ve Yorgunluk: Trablusgarp ve Balkan Savaşları

Osmanlı, 1911’de Trablusgarp Savaşı ile İtalya’ya karşı, 1912–13’te ise Birinci ve İkinci Balkan Savaşları ile Balkan devletlerine karşı ağır askerî ve toprak kayıpları yaşamıştır.

  • Trablusgarp Savaşı sonunda Osmanlı, Kuzey Afrika’daki son topraklarını kaybetti.
  • Balkan Savaşları, Rumeli’deki Osmanlı egemenliğinin büyük ölçüde sona ermesine yol açtı. Selanik, Manastır, Üsküp gibi önemli merkezler elden çıktı.
  • Ordu yapısı bozuldu, büyük moral çöküntü yaşandı ve yüzbinlerce mülteci Anadolu’ya göç etti.

Bu savaşlar, hem askerî kapasitenin zayıflamasına hem de Osmanlı’nın dış politikada yalnız kaldığını fark etmesine neden oldu.

İttihat ve Terakki’nin İktidarı ve Hedefleri

1913 Babıâli Baskını ile iktidarı fiilen ele geçiren İttihat ve Terakki Cemiyeti, Osmanlı’nın yeniden toparlanması ve büyük güçler arasında denge kurarak devletin bekasının sağlanması hedefini benimsedi. Enver Paşa, Cemal Paşa ve Talat Paşa’dan oluşan lider kadro, Almanya ile yakın ilişkiler geliştirmeye başladı.

  • İttihatçılar, Osmanlı’nın savaş dışında kalamayacağını ve bir tarafa net şekilde yanaşarak pozisyon alması gerektiğini savunuyorlardı.
  • Almanya’nın askerî gücünden ve teknolojik kapasitesinden faydalanma düşüncesi öne çıktı.
  • Yeni Osmanlıcılık” fikriyle, savaşın hem kaybedilen toprakların geri alınması hem de imparatorluğun yeniden yapılandırılması için bir fırsat olabileceği düşünülüyordu.

Bu siyasi vizyon, ilerleyen süreçte Osmanlı’yı Almanya'nın yanında savaşa sürükleyecek ittifak anlaşmalarının zeminini hazırladı.

Osmanlı’nın Tarafsızlık Politikası

Birinci Dünya Savaşı'nın 28 Temmuz 1914’te başlamasıyla birlikte Osmanlı Devleti, derhâl bir tarafsızlık bildirisi yayımlamış ve savaşın dışında kalma yönünde resmî tutum sergilemiştir. Ancak bu tarafsızlık, görünüşte bir denge politikasıyken, perde arkasında yoğun diplomatik temaslar, iç siyasi hesaplar ve askerî hazırlıklarla şekillenmekteydi. Osmanlı’nın savaşa girip girmeyeceği, dünya kamuoyunda büyük merak konusu hâline gelmişti.

Savaşın Başlamasıyla İzlenen Tarafsız Dış Politika

Osmanlı Devleti, savaşın başlarında hem yorgun hem de kırılgan bir konumdaydı. Son Balkan yenilgilerinden sonra toparlanmaya çalışan ordu, mali açıdan dışa bağımlı ekonomi ve hâlen çalkantılı iç siyaset, savaşa hazır olmayan bir devlet profili ortaya koyuyordu.

Bu nedenle hükümet, 2 Ağustos 1914’te resmî olarak tarafsızlığını ilan etti. Amaç, savaşa doğrudan katılmadan büyük güçlerin birbirini yıpratmasını beklemek ve uygun bir anda diplomatik kazanç elde etmekti.

Bu dönemde:

  • Limanlar kapatıldı.
  • Basına sansür getirildi.
  • Savaşan devletlerle ilişkiler dikkatle dengelendi.

Ancak bu tarafsızlık, pasif bir duruş değil; aslında aktif ve hesaplı bir zaman kazanma politikasıydı.

Osmanlı’nın Büyük Devletlerle Diplomatik Temasları

Tarafsızlık ilanından itibaren Osmanlı hükümeti, hem İtilaf Devletleri (İngiltere, Fransa, Rusya) hem de İttifak Devletleri (Almanya, Avusturya-Macaristan) ile yoğun diplomatik temaslar yürüttü.

  • İngiltere ile İlişkiler: Osmanlı, tarafsız kalma karşılığında İngiltere'den kapitülasyonların kaldırılmasını ve Boğazlar üzerindeki baskının azaltılmasını talep etti. Ancak İngiltere, Osmanlı’yı güvenilir bir müttefik olarak görmedi ve bu talepleri reddetti.
  • Fransa ve Rusya: Fransa, Osmanlı’nın Almanlarla yakınlaşmasından endişeliydi. Rusya ise Boğazlar üzerindeki tarihî emelleri nedeniyle Osmanlı’yı en büyük tehdit olarak görmekteydi.
  • Almanya ile Yakınlaşma: Almanya, Osmanlı’yı savaşa dâhil etmek için çok daha istekliydi. Osmanlı’nın coğrafi konumu, özellikle Süveyş ve Kafkas cepheleri açısından büyük avantaj sağlıyordu.

Diplomatik düzeyde yapılan temaslar, Osmanlı’nın tarafsızlığını sürdüremeyeceği bir iklimin hızla oluştuğunu gösteriyordu.

Almanya ve İngiltere Arasında Tercih Süreci

Osmanlı yöneticileri, özellikle Enver Paşa başta olmak üzere İttihat ve Terakki ileri gelenleri, tarafsız kalmanın uzun vadede Osmanlı’yı daha da zayıflatacağı görüşündeydi. Bu nedenle yönlerini belirlemek zorundaydılar.

  • İngiltere’ye Güvensizlik: Osmanlı’nın sipariş ettiği iki savaş gemisinin (Sultan Osman ve Reşadiye) İngilizler tarafından el konulması, kamuoyunda ve hükümet nezdinde büyük tepki yarattı. Bu olay, İngiltere’ye olan tüm güveni sarsan dönüm noktalarından biri oldu.
  • Almanya’ya Yakınlaşma: Aynı dönemde Almanya, Osmanlı’ya destek amacıyla Goeben ve Breslau zırhlılarını Osmanlı sularına sokarak “hediye ettiğini” açıkladı. Bu jest, Osmanlı’yı kamuoyu nezdinde Almanya tarafına çeken güçlü bir sembolik adım oldu.
  • Gizli İttifak Anlaşması: Tüm bu gelişmelerin ardından Osmanlı ile Almanya arasında 2 Ağustos 1914’te gizli bir ittifak anlaşması imzalandı. Ancak bu anlaşma kamuoyuna açıklanmadı ve savaş dâhil oluncaya kadar tarafsızlık politikası sürdürüldü.

Sonuç olarak Osmanlı, resmî tarafsızlık pozisyonunu korusa da Almanya ile askeri, siyasi ve stratejik anlamda adım adım ittifak hâline gelmişti. Bu süreç, birkaç ay sonra fiilî savaş girişiyle sonuçlanacaktı.

Almanya ile Yakınlaşma ve İttifak Antlaşması

Osmanlı Devleti, savaşın patlak vermesinden hemen sonra tarafsızlığını ilan etmiş gibi görünse de, aslında perde arkasında Almanya ile gizli bir diplomatik ve askerî yakınlaşma süreci yürütmekteydi. Bu süreç, hem iç siyasetin yönlendirmeleri hem de uluslararası konjonktürün etkisiyle şekillendi. Sonuç olarak 2 Ağustos 1914’te imzalanan gizli antlaşma, Osmanlı’nın savaşın içine adım adım çekilmesinin zeminini oluşturdu.

Osmanlı-Almanya Gizli İttifakı (2 Ağustos 1914)

2 Ağustos 1914 tarihinde, Osmanlı Devleti ile Almanya arasında gizli bir askerî ittifak antlaşması imzalandı. Bu antlaşma, Osmanlı’nın kamuoyuna duyurduğu tarafsızlık politikasına rağmen, fiilen bir tarafa geçtiğini gösteren kritik bir adımdı.

Antlaşmanın temel maddeleri şunlardı:

  • Osmanlı, Almanya’ya karşı düşmanca bir tavır içine giren herhangi bir devlete karşı savaşa girecekti.
  • Almanya ise Osmanlı’nın bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü garanti altına alacaktı.
  • Taraflar, savaşın başlaması durumunda birbirlerine karşılıklı askerî destek verecekti.

Bu gizli anlaşma, Osmanlı’nın dış politikasında geri dönülemez bir yola girdiğinin göstergesiydi.

Almanya’nın Osmanlı’yı Yanına Çekme Stratejisi

Almanya, savaşın genişleyeceğini ve cephe sayısının artacağını öngörerek Osmanlı’yı jeopolitik nedenlerle kendi safında savaşa çekmek istemekteydi.

Almanya’nın stratejik çıkarları şunlardı:

  • Yeni cepheler açmak: Osmanlı’nın savaşa girmesiyle İngiltere ve Rusya, Süveyş ve Kafkasya gibi cephelerde güç bölmek zorunda kalacaktı.
  • İslam dünyasını harekete geçirmek: Halifelik makamı Osmanlı’da olduğu için, Almanya, Osmanlı aracılığıyla Müslüman halkları İtilaf Devletleri’ne karşı ayaklandırmayı planlıyordu.
  • Boğazlar ve petrol bölgeleri: Osmanlı topraklarının, Almanya için hem Rusya’ya karşı güvenli bir arka bölge oluşturması hem de Orta Doğu’daki enerji kaynaklarına ulaşmak açısından avantaj sağlaması hedeflenmişti.

Bu nedenlerle Almanya, Osmanlı’nın savaşa girmesini diplomatik değil, stratejik bir zorunluluk olarak görüyordu.

Osmanlı’nın Almanya’yla Yakınlaşmasının Nedenleri

Osmanlı Devleti’nin Almanya’ya yönelmesinde hem içsel hem de dışsal nedenler etkilidir. Bu karar, tamamen gönüllü bir tercih değil, mevcut şartlar içinde bir “zorunlu ittifak” olarak da değerlendirilebilir.

Başlıca nedenler şunlardır:

  • İngiltere’ye duyulan güvensizlik: Siparişi verilen iki zırhlının İngilizler tarafından alıkonulması, Osmanlı kamuoyunda ve hükümetinde büyük kırgınlık yaratmıştır.
  • Almanya’nın askerî prestiji: Prusya geleneğinden gelen Almanya, güçlü bir kara ordusuna sahipti. Osmanlı, modernleşme çabalarında Alman askeri uzmanlarından faydalanmaktaydı (örneğin: General Liman von Sanders).
  • Toprak kayıplarını telafi etme umudu: İttihat ve Terakki liderleri, özellikle Enver Paşa, kaybedilen toprakları geri alma hayali kuruyordu (Kafkasya’da Pan-Türkist hedefler gibi).
  • Siyasi yalnızlık: İtilaf Devletleri, Osmanlı ile ittifaka sıcak bakmazken, Almanya’nın açık desteği, Osmanlı için “tek güvenilir kapı” olarak görünüyordu.
  • Kamuoyu baskısı: Almanya'nın Osmanlı'ya hediye ettiği Goeben ve Breslau gemileri, kamuoyunda Almanya'ya karşı sempatinin artmasına neden oldu.

Bu faktörlerin birleşimi, Osmanlı’yı savaşın daha başında fiilen Almanya'nın müttefiki hâline getirdi. Resmî savaş ilanı için yalnızca uygun bir fırsat ve gerekçe bekleniyordu.

Goeben ve Breslau Olayı (Yavuz ve Midilli)

Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’na fiilen dâhil olmasına giden yolda en kritik dönüm noktalarından biri, Goeben ve Breslau adlı Alman savaş gemilerinin Osmanlı topraklarına sığınması olayıdır. Bu gelişme, yalnızca bir denizcilik krizi değil; uluslararası dengeleri sarsan ve Osmanlı’nın tarafsızlık politikasını fiilen sona erdiren bir siyasi hamle olarak tarihe geçmiştir. Sonrasında gelen kararlar, Osmanlı’yı savaşın içine sürükleyecek zincirleme süreci başlatmıştır.

Alman Gemilerinin Osmanlı’ya Sığınması

4 Ağustos 1914’te, İngiltere Almanya’ya savaş ilan ettikten hemen sonra, Akdeniz’de görevde olan iki Alman savaş gemisi – Goeben (battleship) ve Breslau (hafif kruvazör) – İngiliz donanmasının takibinden kaçarak 10 Ağustos 1914’te Çanakkale Boğazı’na ulaştı.

  • Osmanlı, henüz resmî olarak tarafsızlık ilan etmişti. Uluslararası hukuka göre, savaş gemilerinin boğazlardan geçişi yasaktı.
  • Ancak Enver Paşa’nın da dâhil olduğu Osmanlı yöneticileri, bu gemilerin girişine özel izin verdi.
  • Gemilerin İstanbul’a ulaştığı haberi, uluslararası kamuoyunda büyük bir şaşkınlık yarattı.

Bu olay, Osmanlı’nın tarafsızlık görüntüsünü derinden sarsmış ve İtilaf Devletleri ile ilişkileri gerginleştirmiştir.

Gemilerin Osmanlı Donanmasına Katılması

Krizi “yumuşatmak” için Osmanlı hükümeti, gemilerin Almanya’dan satın alındığını duyurdu. Böylece her iki savaş gemisi de Osmanlı donanmasına resmî olarak katıldı:

  • Goeben, Osmanlı donanmasına “Yavuz Sultan Selim”,
  • Breslau, “Midilli” ismini alarak Osmanlı filosuna dahil edildi.

Bu hamle, hukuken Osmanlı’nın savaş dışı kalmasını sağlıyor gibi görünse de, fiilen Alman subayları komutayı sürdürmeye devam etti. Gemilerdeki mürettebat üniforma değiştirerek Osmanlı rütbeleri taktı, ancak savaş emirlerini yine Almanya’dan alıyordu.

General Wilhelm Souchon, Osmanlı donanmasının başkomutanı olarak atanarak Osmanlı-Alman askerî entegrasyonu daha da güçlendirildi.

İngiltere ile İlişkilerin Kopma Noktasına Gelmesi

Goeben ve Breslau krizinin ardından Osmanlı ile İngiltere arasındaki ilişkiler geri dönülmez biçimde gerildi:

  • İngiltere, bu durumu Osmanlı’nın tarafsızlık ihlali olarak değerlendirdi.
  • Osmanlı kamuoyunda İngilizlere karşı öfke, özellikle iki Osmanlı zırhlısının (Sultan Osman ve Reşadiye) İngiltere tarafından alıkonulmasıyla zaten yüksekken, Goeben ve Breslau’nun "hediye" edilmesi bu durumu Almanya lehine çevirdi.
  • İngiltere, Osmanlı’yı diplomatik olarak uyardı ve donanma üzerindeki Alman etkisinin sona erdirilmesini talep etti. Bu talep reddedildi.

Artık hem İngiltere ile güven krizi, hem de fiilî askeri yakınlaşma nedeniyle Osmanlı’nın savaşa girmemesi neredeyse imkânsız hâle gelmişti. Birkaç hafta içinde Karadeniz’de yaşanacak baskınla birlikte Osmanlı Devleti savaşa resmen dahil olacaktı.

Osmanlı’nın Savaşa Fiilen Girişi

Karadeniz Baskını (29 Ekim 1914)

29 Ekim 1914 sabahı, Osmanlı donanmasına katılan Alman gemileri Yavuz (eski Goeben) ve Midilli (eski Breslau), Karadeniz’e açılarak Rus limanlarına sürpriz bir saldırı düzenledi. Odessa, Sivastopol ve Novorossiysk limanları bombardımana tutuldu. Bu baskın, Osmanlı'nın savaşta ilk fiilî askeri eylemi olarak kabul edilir.

Bu saldırı, Osmanlı hükümeti tarafından “donanmanın kendi inisiyatifiyle yaptığı bir operasyon” olarak yansıtılmaya çalışılsa da, eylemin siyasi sorumluluğu İttihat ve Terakki hükümetine aitti. Artık geri dönüş yoktu: Osmanlı, savaşa girmişti.

Rusya, İngiltere ve Fransa’nın Savaş İlanı

Karadeniz Baskını’ndan kısa süre sonra:

  • Rusya, 2 Kasım 1914’te Osmanlı’ya resmen savaş ilan etti.
  • İngiltere ve Fransa, 5 Kasım 1914’te Osmanlı’ya karşı savaş ilanında bulundu.
  • Bu ilanlarla birlikte Osmanlı, artık İtilaf Devletleri’yle açık bir savaş durumuna girmişti.

Özellikle İngiltere, bu adımıyla daha önce Osmanlı’ya tanıdığı tarafsızlık şansını tamamen ortadan kaldırdı. Diplomatik temaslar kesildi, Boğazlar kapatıldı.

Meclis-i Mebusan’da Savaş Kararı Alınması

Tüm bu gelişmelerin ardından Osmanlı hükümeti, 11 Kasım 1914’te resmen savaş ilan etti. Bu karar, Meclis-i Mebusan tarafından da onaylandı. Aynı gün, Halife Sultan Mehmed Reşad adına Cihad-ı Mukaddes (Kutsal Savaş) ilan edildi.

Böylece Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşı'na İttifak Devletleri (Almanya ve Avusturya-Macaristan) yanında katılmış oldu. Ancak savaşın nedeni yalnızca diplomatik krizler değildi. Bu kararın ardında derin siyasi, askerî ve ideolojik hesaplar vardı.

Osmanlı’nın Savaşa Girmesinin Nedenleri

Kayıp Toprakları Geri Alma Umudu

Osmanlı Devleti, 19. yüzyıl boyunca ciddi toprak kayıpları yaşamıştı. Balkanlar, Kuzey Afrika ve Kafkasya’daki bu kayıplar, yöneticilerde derin bir “revizyonist” duygu yaratmıştı. Özellikle Enver Paşa ve İttihatçı kadro, savaşı bir fırsat olarak görüyordu:

  • Kafkaslar’da Ruslara karşı zafer kazanılırsa, Elviye-i Selase (Kars, Ardahan, Batum) geri alınabilirdi.
  • Mısır yeniden Osmanlı egemenliğine girebilirdi.
  • Irak ve Hicaz’daki nüfuzun korunması mümkün olabilirdi.

Bu “toprakları geri alma umudu”, savaşa girmenin en güçlü psikolojik motivasyonlarından biriydi.

Almanya’nın Zaferine Duyulan Güven

Savaşın başlarında Almanya’nın hızlı ilerleyişi, özellikle Belçika ve Fransa'daki başarıları, Osmanlı karar vericilerinde Almanya'nın bu savaşı kazanacağına dair güçlü bir inanç doğurmuştu.

  • Enver Paşa ve askeri kadro, Prusya tipi askeri düzeni örnek alıyor; Almanya’nın teknolojik üstünlüğüne hayranlık duyuyordu.
  • Almanya'nın Osmanlı'ya sunduğu güvenlik garantileri ve destek vaatleri, bu yönelimi pekiştirdi.

Bu güven, Osmanlı’nın tarafını belirlemesinde belirleyici bir etken oldu.

İttihat ve Terakki’nin Politik Hesapları

İttihat ve Terakki Cemiyeti, 1913’teki Babıâli Baskını’yla iktidarı tamamen ele geçirmişti. Cemiyet, savaşı hem dış politikanın bir aracı olarak hem de iç siyasette meşruiyet sağlamak, muhalefeti bastırmak ve rejimi pekiştirmek için kullanmak istiyordu.

  • Savaş ortamı, sıkıyönetim ve sansür gibi uygulamaların kolayca devreye sokulmasına imkân tanıdı.
  • Partinin “devleti yeniden yapılandırma” hayali için radikal kararları uygulamaya koyabileceği bir ortam doğmuş oldu.
  • İttihatçılar, bu savaşı kazanarak hem tarihsel meşruiyetlerini güçlendirmek hem de Osmanlı’nın çöküş sürecini tersine çevirmek istiyorlardı.

Halifelik Gücünü Kullanma Stratejisi

Osmanlı Padişahı Sultan Mehmed Reşad, aynı zamanda İslam dünyasının halifesiydi. Bu makam, özellikle Almanya açısından İngiltere ve Fransa’nın sömürgelerindeki Müslüman halkları isyana teşvik etmek için önemli bir propaganda aracına dönüştürüldü.

  • 11 Kasım 1914’te Cihad-ı Mukaddes ilan edildi.
  • Osmanlı, dünya Müslümanlarını “kâfir devletlere” karşı savaşa çağırdı.
  • Bu strateji, İngiltere’nin Hindistan’daki, Fransa’nın Cezayir ve Tunus’taki Müslüman tebaasını etkilemeyi amaçlıyordu.

Her ne kadar bu çağrı sınırlı sonuçlar doğursa da, halifelik makamının siyasî bir araç olarak kullanılması, savaşın ideolojik boyutunu gözler önüne serer.

Sonuç: Osmanlı’nın Savaşa Girişi ve Tarihsel Etkileri

Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’na katılması, yalnızca o dönemin siyasi aktörlerinin aldığı taktiksel bir karar değil, aynı zamanda imparatorluğun kaderini belirleyen tarihsel bir dönemeç olmuştur. İttihat ve Terakki yönetimi, savaşın imparatorluğu yeniden canlandırmak için bir fırsat olduğuna inanarak Almanya’nın yanında yer almış, ancak bu karar çok cepheli, yıpratıcı ve yıkıcı bir savaşın başlangıcı olmuştur.

Savaşın Osmanlı İçin Başlattığı Cepheler

Osmanlı Devleti, savaşa girdikten sonra farklı coğrafyalarda aynı anda birçok cephede savaşmak zorunda kaldı. Bu durum, zayıf olan insan gücü, lojistik kapasite ve ekonomik kaynakları hızla tüketti:

  • Kafkas Cephesi: Rusya’ya karşı, özellikle Sarıkamış Harekâtı büyük bir insan kaybıyla sonuçlandı.
  • Çanakkale Cephesi: İngiltere ve Fransa’ya karşı kazanılan bu savunma zaferi, moral anlamında büyük kazanım olsa da savaşın genel seyrini değiştiremedi.
  • Kanal ve Hicaz-Yemen Cepheleri: İngilizlere karşı açılan cephelerde, Arap isyanlarıyla birlikte Osmanlı'nın güney sınırları hızla çözüldü.
  • Irak ve Filistin Cepheleri: Petrol ve stratejik noktaların kontrolü için verilen savaşlar, Osmanlı'nın önemli toprak kayıplarına neden oldu.

Bu cephelerin her biri, Osmanlı için ayrı ayrı askerî, ekonomik ve sosyal yıpranma alanları hâline geldi.

Savaşın Yıkıcı Sonuçları ve İmparatorluğun Sonu

Birinci Dünya Savaşı sonunda, Osmanlı Devleti askeri ve siyasi olarak tükenmiş durumdaydı. 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi, Osmanlı’nın fiilen teslim oluşunu ve kontrolünün dış güçlerin eline geçişini resmileştirdi.

  • Toprak kayıpları: Arap yarımadası, Orta Doğu, Kuzey Afrika ve Kafkaslar’daki topraklar tamamen kaybedildi.
  • Milyonlarca insan yaşamını yitirdi, açlık ve salgınlar yayıldı.
  • Ekonomi çöktü, para birimi değer kaybetti, iç piyasada üretim durdu.
  • Toplum yapısı sarsıldı, göçler, mültecilik ve milliyetçi hareketler arttı.
  • 1920’de imzalanan Sevr Antlaşması, Osmanlı’nın parçalanmasını hukuken de tasdik eden son aşama oldu.

Savaş, sadece bir yenilgiyle değil, 600 yıllık bir imparatorluğun resmen sona ermesiyle sonuçlandı. Yerine kurulacak olan Türkiye Cumhuriyeti ise bu enkazın üzerine inşa edilecekti.

Tarihsel Dersler ve Stratejik Yanlışlar

Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşı’na girişi, tarihin en tartışmalı kararlarından biri olarak değerlendirilmektedir. Bugün tarihçiler ve strateji uzmanları açısından bu süreçten çıkarılabilecek pek çok ders bulunmaktadır:

  • Hazırlıksız bir devletin çok cepheli savaşa girmesi, mutlak bir yıkıma neden olabilir.
  • Dış politikada duygusal kararlar yerine rasyonel çıkar analizi esas alınmalıdır.
  • Askerî başarı ihtimali, siyasi bütünlükle desteklenmezse tek başına anlamlı değildir.
  • İttihat ve Terakki’nin kapalı karar alma süreci, toplumun ve meclisin dışlandığı bir yönetimin ağır sonuçlarını göstermiştir.
  • Halifelik kartının kullanılma biçimi, dini duyguların dış politika aracı olarak işlevsizleşebileceğini göstermiştir.

Osmanlı’nın savaşa girişi, yalnızca bir tarihi olay değil; stratejik düşüncenin, diplomatik denge politikasının ve yönetim sorumluluğunun gelecek nesillere aktarılması gereken bir tecrübesidir.